masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2017 Pazartesi


O gün, yılın ilk karı yağmıştı. Narlıköy’ün çocukları hemen toplanıp, kendilerine kömür gözlü, havuç burunlu, sevimli bir kardan adam yaptılar. Bütün gün neşe içinde kartopuna tutup, oynadılar.

Çocukların sevinçli.hali kardan adamın da çok hoşuna gitmişti. Onların çevresinde koşup oynaması bir anda kardan adamı da canlandırmış gibiydi. Öyle ki, karanlık bastırıp da çocuklar evlerine çekilince pek hüzünlendi. Kendisini çok yalnız hissetti. Öylesine üzüldü, öylesine üzüldü ki, neredeyse buzdan kalbi “Çıt!” diye kırılacaktı. Sonra, “Belki de onları yeniden görebilirim,” diye düşündü. Yavaşça yeniden doğrulup, en yakınındaki evin penceresine yaklaştı. İçeride çıtır çıtır yanan soba, camları iyice buğulamıştı. Yine de annenin küçük toprak taslara buharı tüten, sıcacık çorba doldurduğu görülebiliyordu. Baba, sobanın ağzına kürek kürek kömür atıyordu. Çocukların neşesine de diyecek yoktu. Bir yandan buharı tüten çorbaya kaşık sallarken, bir yandan da o gün okulda olanları anlatıyorlardı.

Kardan adam üzüntüyle içini çekti. Kendisinin hiç evi, ailesi olmamıştı. Nasıl olsun? Günübirlik yaşıyordu zaten. Üstelik şu sevimli afacanlar olmasa ayaklar altında ezilen bir tutam kardan başka bir şey olmayacaktı. Hele şu Güneş yüzünü birazcık gösterse, yaşamının o anda son bulacağını biliyordu.

Birden kararını verdi. Daha önce kar tanelerinden birinin anlattığı o KUTUP denilen yere gidecekti. Böylece yıllarını birlikte geçirebileceği bir aileye de kavuşabilirdi.

Ertesi sabah çocuklar sokağa çıktıklarında bir şaşırdılar ki sormayın. Her yan karlarla kaplıydı. Gece hava daha da soğuduğu için karlar erimemişti, ama bir gün önce özene bezene yaptıkları kardan adam birdenbire yok olmuştu? Doğrusu kimsenin aklı bu işe ermedi.

Kardan adama gelince... Az gitti... Dere tepe düz gitti... Donmuş toprakların üzerinden, çatır çutur buzların arasından geçti. Sonunda Kutup bölgesine vardı. Önce buz gibi rüzgar karşıladı onu. Sonra siyah elbiseli penguenlerle, sevecen foklar sardı çevresini. Foklar küçük yüzgeçleriyle sağına soluna dokunup onunla arkadaş olmak istediklerini söylediler. Penguenlerin bir kısmı neşe içinde el çırpıp bu yeni dostu selamladılar. Bazıları da merakla havuç burnunu, çalı süpürgesini çekiştirdi. Şakacı rüzgar, başındaki şapkayı kapıp kaçırdı. Kardan adam da onları pek sevmişti.”Artık eriyip çamurlara karışmak yok”, diye mırıldandı kendi kendine... “Burada yıllarca yaşayabilirim.”

Ama bir süre sonra herkes kendi işine daldı gitti. Zavallı kardan adam yine tek başına kalmıştı. İlk kez kar ve buz onu titretti. İnanır mısınız, ağaçları, hatta güneşi bile özler oldu. Hele çocuklar... Hele o yaramaz çocuklar burnunda tüter olmuştu. Üstelik şimdi, arzuladığı bir aileye ancak onların yardımıyla kavuşacağını da anlamıştı. Sevilmek istiyordu. Yaşamı bir gün bile sürse, birlerinin ona sarılması, onların sıcaklığını duyması gerekliydi.

Çocuklar, ilkbaharın sevimli müjdecisi kuş cıvıltılarıyla uyandıkları bir sabah, sokakta hiç beklemedikleri bir konukla karşılaştılar. Kardan adam esrarengiz şekilde ortadan kaybolduğu gibi, yine aynı anlaşılmaz bir güçle ortaya çıkmış, onlara gülümsüyordu. Yemyeşil çimenlerle, papatyaların arasında durmuş, omuzlarına konan kuşların şarkılarını dinliyor gibiydi. Her halinden mutluluk içinde olduğu anlaşılıyordu.

Köyün sokakları bir anda neşeli çığlıklarla doldu. Köyün her evinden bir iki çocuk koşarak çıkıp bu eski dostun çevresini sarıyordu. Bu güzel manzarayı gören güneş, bir buluta kendisini örtmesini rica etti. Biraz daha geç ısınıp, çocuklarla kardan adamın mutluluğunu elinden geldiğince uzatmaya çalıştı. Her geçen dakika eriyip toprağa karışan kardan adam ise mutlu gülücükler dağıtmaya devam ediyordu çevresine. Birkaç ay sonra yeniden buluşacaklarını biliyordu Artık, bu dünyada çocuklar var oldukça ve kar yağdıkça her kış yeniden doğacağına inanıyordu.

Kışa Hazırlık

Ece , annesi, babası ve kardeşi Ahmet ile birlikte Neşeli Orman'a yakın bir köyde, bahçe içindeki bir evde yaşıyormuş.
Sabah uyandığında ilk önce odasının penceresinden dışarıya bakıyormuş.

Babası bahçede ağaçlardan düşen yaprakları, annesi de olgunlaşan domatesleri topluyormuş. Kardeşi Ahmet ise odasında oyun oynuyormuş.
Ece üzerini değiştirip mutfağa inmiş. Annesinin kendisi için hazırladığı kahvaltısını yaptıktan sonra bahçeye çıkmış. Önce babasına sonra annesine günaydın demiş.

Babası:
- Günaydın Ece. Yaprakları toplamam için bana yardım edermisin?
- Olmaz babacığım ormana arkadaşlarımın yanına gideceğim.
Annesi:
- Günaydın Ece. Domatesleri toplamamda bana yardımcı olurmusun?
- Olmaz anneciğim. Arkadaşalrımla oynayacağım.
Ve Ece ormana doğru koşmaya başlamış.

Yolda Zıp Zıp Tavşan ile karşılaşmış.
- Günaydın Zıp Zıp.
- Günaydın Ece.
- Zıp Zıp, birlikte oyun oynayalım mı ?
- Oynayamayız Ece. Aileme kış hazırlıklarında yardım etmeliyim, hoşça kal!

Ece biraz daha yürümüş ve minik sincaplarla karşılaşmış.
- Günaydın minik sincap.
- Günaydın Ece.
- Birlikte oynayalım mı?
- Bugün oynayamam. Kış için meşe palamutu toplamalıyım.

Ece, galiba oyun arkadaşı bulamayacağım diye düşünmeye başlamış. Düşünceli bir şekilde ormanda dolaşırken gözlüklü köstebek ile karşılaşmış.
- Ne oldu Ece? Niye bu kadar üzgünsün?
- Herkes ailesine yardım ediyor. Oynayacak arkadaş bulamadım. Oysa hava çok güzel. Kışın gelmesine daha çok var.
- Ece ; Ağustos Böceği ile Karınca'nın hikayesini hatırlıyormusun? Ağustos Böceği de böyle düşünüp hazırlık yapmamış ve kış geldiğinde aç kalmıştı. Karınca ise hiç durmadan çalışmış, havalar soğudunda sıcacık yuvasında rahat rahat kışı geçirmişti.
İşte karınca gibi kış geldiğinde rahat etmek, mutlu olmak istiyorsan şimdi çok çalışmalısın.

Ece köstebeğin söylediklerinin doğru olduğunu düşünmüş ve koşarak ailesinin yanına gitmiş. Anne ve babasından özür dilemiş. Gün boyunca ailesi ile birlikte kış için hazırlık yapmış.
Gece olduğunda mutlu bir şekilde uykuya dalmış


Kar ve Çocuk
Kar ve Çocuk Çocuk evinin camından dışarı baktı. Hayalleri cama takıldı. Parka gitmek istiyordu diğer bütün çocuklar gibi. Salıncakta sallandıkça mutlu olacaktı çocuk. Dönme dolaplarda dönecekti. Sesi diğer çocukların seslerine karışacaktı.

Bütün çocukların sesleri kuş seslerine karışacaktı. Ve çok mutlu olacaktı. Sadece parka gitmesi yetecekti. Başka bir şey istemiyordu.
Mutlu olması için iki zincirin ucundaki küçük bir tahta parçası yetecekti ona. Ah! şimdi parkta olabilseydim. dedi.
Elleri ile cama dokundu. Camın soğukluğu onun küçücük yüreğine. Mutlulukla arasındaki engeli cam olarak gördü birden. Bir de dışarıda ki bembeyaz örtüyü. Nasıl da her yeri kaplamıştı. Bir taraftan da küçük küçük beyaz tanecikler iniyordu gökyüzünden.
Ne kadar da çoklardı. Sanki onlarda kendi aralarında oynuyordu. Bir sağa bir sola çığlık çığlığa koşuyordu. Tıpkı çocuklar gibi. Telaşlı ve ürkek birden bitiverecek gibi mutlulukları. Sanki birisi, artık yeter şimdi eve gidiyoruz diyecek ,alıp götürecekti hepsini.
Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini.
Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin.
Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağına,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini.
Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu. Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!diye bağırdı.
Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.

15 Haziran 2015 Pazartesi








Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi. 

Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi. 

Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı: 

- Bir tane ekmek istiyorum! 

Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek “Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?” diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu. 

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi: 

- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan! 

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı. 

Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular. 

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı : 

- Bir tane ekmek istiyorum. 

Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı: 

- Bir tane ekmek istiyorum dedim! 

Fırıncı yine ses çıkarmadı. 

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı. 

Yürürken “takır tukur”sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu. 

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu. 

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı. 

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

29 Mayıs 2015 Cuma



      Bobo adında bir yavru ayı ile Yogo adında bir porsuk arkadaş olmuşlardı. Onlar bir ormanın kıyısında yaşıyorlardı. Her ikisi de birbirini çok seviyordu. 

Bir gün birlikte dolaşırlarken bir top buldular. 

Top; plastikten yapılmıştı. Görünüşü çok güzeldi. Dört renkliydi. Sari, kırmızı, mavi ve pembe. 

Bobo ile Yogo birlikte oynamayı çok seviyorlardı. Oynadıkları yer çimenlerle, çiçeklerle süslüydü. 

Orada yasayan böcekler ve kelebekler Bobo ile Yogo`ya bakıyordu. Biri atıyor, öbürü tutuyordu. 

Top tüy kadar hafifti. Dokundukça zıp zıp zıplıyordu. 

Bobo ile Yogo oynaya oynaya bir evin yakınına kadar geldiler. Bobo bir vuruş yaptı. Top fırladı, küçük bir gölete düştü. Orada bulunan kuşlar korkmuşlardı. Hemen havalandılar. 

Yogo sudan çıkardığı topu, bir kütüğün içine götürdü. Oraya Bobo da girmek istedi. Fakat sadece başını sokabildi. Geriye çıkmak için ise çok uğraştı. 

Bobo çok çabaladı, çok yoruldu. Yogo buna çok üzüldü. Çünkü onları orada yasayan kuşlar, kelebekler, sincaplar, böcekler de görmüştü. 

Yogo topu Bobo`ya attı. Bobo topa vurayım derken sirt üstü yuvarlandı. Yogo da onun üzerine düstü. Bobo yattığı yerden kafası ile topa vurdu. Top bir kusun, bir kovanın, bir kelebeğin yanına fırladı. 

Bu tarafta dik kulaklı yavru bir tavsan vardı. 

Onun acıktığı belliydi. Durmadan karnini doyurmaya çalışıyordu. Yogo ile Bobo bu kez de oraya, yavru tavşanın yanına geldiler. 

Bobo topa bir kez daha olanca hızıyla vurdu.Top havaya uçtu. Tavşanların yuvasından geçerek süzüle süzüle yüzen ördeklerin yakınına düştü. Ana tavsan ve yavru tavşanlar çok korktu. 

Onları görünce Bobo ile Yogo da şaşırdı, neye uğradıklarını bilemediler. Yogo ile Bobo birbirlerine sarıldılar. Yavru tavşanlar da korkularından analarına sokuldular. 

Topun suya kaçtığını görünce Bobo ile Yogo o tarafa doğru koştular. Tavşanlar da yuvalarının ağzına geldi. Top çok uzaklaşmış, suda yüzen ördeklerin yanına varmıştı. 

Yogo ile Bobo suyun üzerinde ilerlediler. Kayığı aldıkları yere bıraktılar. Oradan ayrılarken balıklar, ördekler ve bir kurbağa da uzun süre peslerinde yüzerek onları izlediler. 

Bobo ile Yogo evlerinden çok uzaklaşmışlar, çok yorulmuşlardı. Daha fazla oynamadılar. Bobo topu aldı. Yogo ile el ele tutuştular. Güle oynaya geriye döndüler. 

Onların geldiğini gören bir fare çiçeklerin arasına saklandı. 

Akşam yakındı. Hava yavaş yavaş kararıyordu. 

Yogo ile Bobo evlerine döndüler.

18 Mayıs 2015 Pazartesi



Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
– Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

19 Nisan 2015 Pazar





             Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı`nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış.

Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş. Aksine altın gibi bir kalbi varmış.
Herkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış.

Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş. En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış. En çok sevdiği kelimeler: `Öldürün! Kesin!..` gibi kelimelermiş.

Gümüş Gözlü Dev`in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev`in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş. Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, `Ona bir şey olursa ben ne yaparım?` diye düşünüyormuş.

Günlerden birgün korktuğu başına gelmiş.
Kardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek götürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş. Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış. Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - Götürün bu beceriksizi. Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş. 

Gümüş Gözlü Dev de oradaymış. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın.
Cellatlar koşup gelmişler. Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler. Gümüş Gözlü Dev`in gözlerinden yaşlar süzülmüş. Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış. Cellatlara yetişmiş. Önlerinde diz çöküp yalvarmış:
- `Ne olur kardeşimi serbest bırakın. Annem onun yokluğuna dayanamaz. Benim başka kardeşim yok ki...` diye ağlamış. Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış.
- Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye
cevap vermişler.

Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş. Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar.
Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış. Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş. Yere yuvarlanmışlar. Gümüş Gözlü Dev altta kalmış. 

Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmış.
Fakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuş.
Gümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış. Yüzünde
mutlu bir görünüm varmış. Nazlı çiçek O`nun öldüğünü anlayınca:
- Benim için kendini feda etti. Bir daha Kaf
Dağı`na O`nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse
gelemez... diye ağlamış, ağlamış.....

12 Nisan 2015 Pazar





Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde, 
Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..” 

Bunun üzerine annesi: 

“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.” 
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “ 

Fatoş: 

“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu. 

Fatoş: 

“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…” 

“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “ 
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi. 

Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi? 

Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu. 

Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı.

9 Nisan 2015 Perşembe

Bir gün ormanlar kralı aslan hastalanmış. Bütün hayvanlar birer birer gelip arslanın hatırını sormuşlar. Kurt bu fırsatı kaçırır mı? Hemen aslanın yanına koşup tilkiyi kötülemeye başlamış :- Sen hepimizin kralısın. Oysa tilkinin sana saygısı bile yok. Gelip hatırını bile sormadı.

Bu sırada tilki de kapıdan kurdun dediklerini işitmiş. Aslan tilkiyi görünce çok kızmış. Öyle bir kükremiş ki yer gök titremiş. Ama kurnaz tilki hemen aslana dil dökmeye başlamış:

- Sevgili kralım. Hepsi sana hatır sormaya gelmiş ama bir tanesi de seni iyileştirmeye çalışmış mı? Ben gelmedim. Çünkü kapı kapı dolaşıp derdine çare arıyordum.

Bunu duyan aslanın gözleri parlamış:

- Peki çare buldun mu? diye sormuş.

Kurnaz tilki gülmüş:

- Çare, bir kurdu diri diri yüzüp postuna bürünmekmiş. Doktor öyle söylüyor.

Aslan bunu duyar da hiç durur mu? Hemen kurdun derisini yüzmüş, postuna sarınmış.

Tilki kurdun başına giderek “Başkalarına tuzak kurmaya kalkan, o tuzağa kendi düşer” demiş.

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş.
Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.
Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş. 
Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş.
Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte….
Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.
Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış… 
Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…