eğitici masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eğitici masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2015 Pazartesi








Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi. 

Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi. 

Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı: 

- Bir tane ekmek istiyorum! 

Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek “Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?” diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu. 

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi: 

- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan! 

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı. 

Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular. 

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı : 

- Bir tane ekmek istiyorum. 

Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı: 

- Bir tane ekmek istiyorum dedim! 

Fırıncı yine ses çıkarmadı. 

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı. 

Yürürken “takır tukur”sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu. 

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu. 

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı. 

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

29 Mayıs 2015 Cuma



      Bobo adında bir yavru ayı ile Yogo adında bir porsuk arkadaş olmuşlardı. Onlar bir ormanın kıyısında yaşıyorlardı. Her ikisi de birbirini çok seviyordu. 

Bir gün birlikte dolaşırlarken bir top buldular. 

Top; plastikten yapılmıştı. Görünüşü çok güzeldi. Dört renkliydi. Sari, kırmızı, mavi ve pembe. 

Bobo ile Yogo birlikte oynamayı çok seviyorlardı. Oynadıkları yer çimenlerle, çiçeklerle süslüydü. 

Orada yasayan böcekler ve kelebekler Bobo ile Yogo`ya bakıyordu. Biri atıyor, öbürü tutuyordu. 

Top tüy kadar hafifti. Dokundukça zıp zıp zıplıyordu. 

Bobo ile Yogo oynaya oynaya bir evin yakınına kadar geldiler. Bobo bir vuruş yaptı. Top fırladı, küçük bir gölete düştü. Orada bulunan kuşlar korkmuşlardı. Hemen havalandılar. 

Yogo sudan çıkardığı topu, bir kütüğün içine götürdü. Oraya Bobo da girmek istedi. Fakat sadece başını sokabildi. Geriye çıkmak için ise çok uğraştı. 

Bobo çok çabaladı, çok yoruldu. Yogo buna çok üzüldü. Çünkü onları orada yasayan kuşlar, kelebekler, sincaplar, böcekler de görmüştü. 

Yogo topu Bobo`ya attı. Bobo topa vurayım derken sirt üstü yuvarlandı. Yogo da onun üzerine düstü. Bobo yattığı yerden kafası ile topa vurdu. Top bir kusun, bir kovanın, bir kelebeğin yanına fırladı. 

Bu tarafta dik kulaklı yavru bir tavsan vardı. 

Onun acıktığı belliydi. Durmadan karnini doyurmaya çalışıyordu. Yogo ile Bobo bu kez de oraya, yavru tavşanın yanına geldiler. 

Bobo topa bir kez daha olanca hızıyla vurdu.Top havaya uçtu. Tavşanların yuvasından geçerek süzüle süzüle yüzen ördeklerin yakınına düştü. Ana tavsan ve yavru tavşanlar çok korktu. 

Onları görünce Bobo ile Yogo da şaşırdı, neye uğradıklarını bilemediler. Yogo ile Bobo birbirlerine sarıldılar. Yavru tavşanlar da korkularından analarına sokuldular. 

Topun suya kaçtığını görünce Bobo ile Yogo o tarafa doğru koştular. Tavşanlar da yuvalarının ağzına geldi. Top çok uzaklaşmış, suda yüzen ördeklerin yanına varmıştı. 

Yogo ile Bobo suyun üzerinde ilerlediler. Kayığı aldıkları yere bıraktılar. Oradan ayrılarken balıklar, ördekler ve bir kurbağa da uzun süre peslerinde yüzerek onları izlediler. 

Bobo ile Yogo evlerinden çok uzaklaşmışlar, çok yorulmuşlardı. Daha fazla oynamadılar. Bobo topu aldı. Yogo ile el ele tutuştular. Güle oynaya geriye döndüler. 

Onların geldiğini gören bir fare çiçeklerin arasına saklandı. 

Akşam yakındı. Hava yavaş yavaş kararıyordu. 

Yogo ile Bobo evlerine döndüler.

18 Mayıs 2015 Pazartesi



Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
– Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

19 Nisan 2015 Pazar





             Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı`nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış.

Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş. Aksine altın gibi bir kalbi varmış.
Herkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış.

Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş. En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış. En çok sevdiği kelimeler: `Öldürün! Kesin!..` gibi kelimelermiş.

Gümüş Gözlü Dev`in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev`in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş. Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, `Ona bir şey olursa ben ne yaparım?` diye düşünüyormuş.

Günlerden birgün korktuğu başına gelmiş.
Kardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek götürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş. Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış. Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - Götürün bu beceriksizi. Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş. 

Gümüş Gözlü Dev de oradaymış. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın.
Cellatlar koşup gelmişler. Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler. Gümüş Gözlü Dev`in gözlerinden yaşlar süzülmüş. Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış. Cellatlara yetişmiş. Önlerinde diz çöküp yalvarmış:
- `Ne olur kardeşimi serbest bırakın. Annem onun yokluğuna dayanamaz. Benim başka kardeşim yok ki...` diye ağlamış. Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış.
- Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye
cevap vermişler.

Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş. Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar.
Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış. Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş. Yere yuvarlanmışlar. Gümüş Gözlü Dev altta kalmış. 

Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmış.
Fakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuş.
Gümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış. Yüzünde
mutlu bir görünüm varmış. Nazlı çiçek O`nun öldüğünü anlayınca:
- Benim için kendini feda etti. Bir daha Kaf
Dağı`na O`nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse
gelemez... diye ağlamış, ağlamış.....

12 Nisan 2015 Pazar





Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde, 
Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..” 

Bunun üzerine annesi: 

“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.” 
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “ 

Fatoş: 

“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu. 

Fatoş: 

“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…” 

“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “ 
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi. 

Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi? 

Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu. 

Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı.

9 Nisan 2015 Perşembe

Bir gün ormanlar kralı aslan hastalanmış. Bütün hayvanlar birer birer gelip arslanın hatırını sormuşlar. Kurt bu fırsatı kaçırır mı? Hemen aslanın yanına koşup tilkiyi kötülemeye başlamış :- Sen hepimizin kralısın. Oysa tilkinin sana saygısı bile yok. Gelip hatırını bile sormadı.

Bu sırada tilki de kapıdan kurdun dediklerini işitmiş. Aslan tilkiyi görünce çok kızmış. Öyle bir kükremiş ki yer gök titremiş. Ama kurnaz tilki hemen aslana dil dökmeye başlamış:

- Sevgili kralım. Hepsi sana hatır sormaya gelmiş ama bir tanesi de seni iyileştirmeye çalışmış mı? Ben gelmedim. Çünkü kapı kapı dolaşıp derdine çare arıyordum.

Bunu duyan aslanın gözleri parlamış:

- Peki çare buldun mu? diye sormuş.

Kurnaz tilki gülmüş:

- Çare, bir kurdu diri diri yüzüp postuna bürünmekmiş. Doktor öyle söylüyor.

Aslan bunu duyar da hiç durur mu? Hemen kurdun derisini yüzmüş, postuna sarınmış.

Tilki kurdun başına giderek “Başkalarına tuzak kurmaya kalkan, o tuzağa kendi düşer” demiş.

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş.
Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.
Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş. 
Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş.
Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte….
Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.
Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış… 
Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…

24 Şubat 2015 Salı


Emir henüz sekiz yaşındaydı. Onun hayal dünyası diğer yaşıtlarına göre biraz daha küçüktü. Yaşıtlarının aklında pek çok hayal varken, onun sadece bir hayali vardı. Gökkuşağına gitmek... Her yağmur yağdığında güneşin doğmasını bekliyordu. Böylelikle gökkuşağının o muhteşem görüntüsünü görebilecekti. Gökkuşağını gördüğü günlerden birinde babasına gökkuşağına gitmek ve onu yakından görmek istediğini söyledi. Fakat babası gökkuşağının ulaşılamayacak kadar uzakta olduğunu ve onun yakından görülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Ama bu cevap Emir`i tatmin etmemiş, aksine gökkuşağını yakından görme isteği ve merakı daha da kuvvetlenmişti. Bunu takip eden günlerde, gökkuşağı her gök yüzünde göründüğünde Emir, babasına bu isteğini tekrarlıyordu. Ama her defasında babası bunu reddediyordu. Son söylediğinde babası ona kızmış, yaşıtları gibi oyunlar oynamasını söylemiş ve bir tokat atmıştı. Emir, yine gökkuşağının gök yüzünde göründüğü günlerden birinde onun yanına gitmeye karar verdi. Babası onu götürmüyorsa eğer, o tek başına, bisikletiyle gökkuşağına gidebileceğini düşünmüştü. Annesine arkadaşlarıyla oynamaya gittiğini söyledi ve bisikletine binerek . gökkuşağına gidebilmek umuduyla yola çıktı. Emir`in annesi o üç yaşındayken ölmüştü ve babası Emir`e tek başına bakamadığı için yeniden evlenmişti. Fakat evlendiği kadın babasıyla onun parası için evlenmişti. Babası evdeyken Emir`e iyi davranıyor, fakat o evde değilken kötü davranıyordu. Bisikletiyle ilerlerken caddeye geldiğinde frenleri tutmadı ve caddeden o sırada geçen arabalardan biri Emir`e çarptı. Çok sert çarpmamıştı ama yinede yaklaşık iki metre ileriye fırlatmıştı Emir`i çarpmanın etkisiyle. Emir`e çarpan arabanın şöförü hemen onu arabasına alıp hastaneye götürdü. Şöförün eşi de arabadaydı ve eşinin isteğiyle Emir`in ceplerinde her hangi bir telefon numarası olup olmadığına baktı. Babası Emir`e bir kartvizitini vermişti kötü bir durumda ona ulaşılması için. Kartviziti bulan kadın eşine verdi. Adam hemen numarayı arayıp durumu kısaca özetledi ve derhal hastaneye gelmesini söyledi. Babası hastaneye geldiğinde Emir yoğun bakımdaydı ve ölmek üzereydi. Sürekli babasını sayıklıyordu. Babası doktorların engelini aşıp oğlunun yanına girdi. Emir, babasına sadece tek bir cümle söyledikten sonra gözlerini kapadı ve nefes alışverişleri kesildi: “Sen beni gökkuşağına götürmeyince, ben gitmek istedim baba.” Odadan çıkan adam ağlayarak hastanenin koridorunda yere yığıldı. Gözlerini açtığında hastanenin odalarından birinde yatıyordu. Yataktan kalktı ve hastaneden çıkarak evine doğru yol aldı. Bir sonraki sabah bankaya giderek bütün parasını çekti, hisselerini sattı. Bütün parasını bir çantaya doldurdu ve yağmurun yağmasını beklemeye başladı. Eşi bu halini gördü, bütün hisselerini sattığını öğrendi ve eşyalarını toplayarak onu terketti. Yağmur başladıktan sonra güneş doğdu ve gökkuşağı gök yüzünde belirdi. Hemen çantayı alıp dışarıya çıktı. Gökkuşağına ulaşmak için koşmaya başladı. Fakat çok geçmeden gökkuşağı kayboldu. O günden sonra yürüyerek kilometrelerce yol katetti gökkuşağına ulaşabilmek için. Üstündeki kıyafetleri hiç çıkarmıyor, sadece yemek yemek ve su içmek için duruyordu. Bitkindi. Her gittiği yerede ona nereye gittiğini soruyorlardı ve o da ağlayarak hep aynı cevabı veriyordu: “Gökkuşağını oğluma getirmeye gidiyorum.” Yağmur yağdıktan sonra güneş doğdu ve gökkuşağı gök yüzünde görüldü. Bu kez hiç olmadığı kadar yakındı gökkuşağının başladığı yere. Koşmaya başladı. Gitmek istediği yere vardığı sırada bedeni bu yolculuğa daha fazla dayanamadı ve yere yığıldı. Ölürken ağzından son bir cümle çıktı: “Bekle oğlum, sana gökkuşağını getiriyorum.”


23 Şubat 2015 Pazartesi





Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. . Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş. Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış. Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş. Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş. Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte…. Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. . En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış. Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış… Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…

22 Şubat 2015 Pazar





Bir varmış bir yokmuş.dünyadaki güzelim diyarların birinde bizim masala konu olan küçük kız yaşarmış.küçük kız teyzesiyle birlikte büyük gösterişli bir evde bir eli yağda öteki balda,bir dediği iki olmadan yaşamasına rağmen mutlu değilmiş.neden mi peki çünkü küçük, etrafından küçük bir çocukmuş gibi muamele görmek istemiyormuş.o yaşıtları gibi topla oynamaktan salıncak da sallanmaktan ip atlamaktan derede yüzmekten kovalamaca oynamaktan hiç mi hiç hoşlanmıyormuş.hele hele o evcilik oyunu ....o kadar basit ve aptalca buluyormuş ki o oyunu oynarken gördüğü arkadaşıyla bir daha konuşmak bir yana ona selam bile vermiyormuş.gelgelelim küçük kız böylece tüm arkadaşlarını kendine küstürmüş.yapayalnız kalmış.içinden onlar benim arkadaşlığımı hakketmiyorlar ki diyor ve hiçbirini umursamıyormuş.oyun oynamayan kimseyle konuşmayan bu küçük,günlerini kitap okuyarak geçirirmiş sabahtan akşama kadar okur okur okurmuş.okumayı o kadar severmiş ki teyzesinin ve köylerindeki diğer insanların nasıl olup da bu eğlenceden mahrum kaldıklarını bir türlü anlamıyormuş.zaten arkadaşlarının bizim küçükten uzaklaşmalarının bir sebebi de kızla her konuştuklarında, kızın onlara o sıralar okuduğu kitaplardan bahsetmesi ve onlara da bu kitabı okumaları konusunda diretmesiymiş.çocuklar bir türlü anlamıyormuş sabahtan akşama kadar güzel güzel oynamak, yaramazlık etmek varken kızın tüm gün kitap okumasını.... bizim kız kitapları yalayıp yuttuğu için teyzesi ona kitap yetiştirmekte oldukça zorlanıyormuş.köyde kitap satılmadığından haftada bir şehre gidermişler kızla..kız orada onlarca kitap beğenirmiş o hafta okumak için. okudukları da gerçekten kalın kitaplarmış ama küçük kız gider gitmez okumaya başlayıp o günün akşamı kitapların ikisini bitirmiş teyzesi kitapların kızın hiçbir işine yaramayacağını düşünüp ah be kızım çocukluğunu yaşa günün birinde evleneceksin. o zaman çocukluğunu yaşamadığına üzüleceksin der dururmuş..kız bu sözleri duyunca dişlerini sıkar gözleri dolu dolu odasına gidermiş.teyzesinin çok yanlış düşündüğünü düşünüyormuş. o asla evlenmeyecekmiş.o kitap okuyacakmış ve bir gün mutlaka kitap okuduğu ve boş şeylerden uzak kaldığı için ödüllendirileceğini biliyormuş . bir yıl,ülkede kuraklık baş göstermiş. tarlalardaki ürünler olgunlaşamadan kuruyup kalmış. herkes çok zor durumda kalmış. kızın teyzesi bile o yıl tarlalarından hasat elde edemediği için artık iki üç haftada bir gidip çok daha az kitap almak durumunda kalmış kıza. kız teyzesini zor durumda bırakmak istemediğinden itiraz etmeyip yeni alınan kitapları bitirdikten sonra eski okuduğu kitapları bir daha okuyormuş. kuraklık gelmiş gelmesine de gitmek bilmemiş.artık köydeki çocukların dışarıda oynamasına anneleri izin vermiyormuş.zaten çocuklar da yarı aç yarı tok bir halde oynamaktan da zevk almıyormuş. gün boyu evde kart oyunları oynayıp, pinekliyorlarmış.kimse yüksek sesle dile getirmiyorsa da bu durum biraz daha böyle devam ederse herkes evini barkını bırakıp şehre göçmek zorunda kalacakmış.. küçük kızsa düşünüyormuş.kuraklığın verdiği zarar neyle yenilebilir.madem toprağı sürüp ürün elde edemiyoruz o zaman ne yapmalı aklına okuduğu tarih kitapları gelmiş. eski milletler kuraklık geldiğinde ne yaparlardı hatırlamış .heyecanla dışarı fırlayıp köyün yukarısındaki kızgın dereye gitmiş dere çok hızlı ve kızgın aktığından adı kızgın dereymiş.sonra tarlalara gitmiş.köyün aşağısındaki ormanlık alana da bir göz attıktan sonra teyzesine koşup planını anlatmış ormandaki ağaçlar kesilip içi oyulacak ve kovuklar yapılacak demiş sonra dereden tarlalara toprak kazılıp bu kovuklar yerleşirilecek, tarla içinde de dereden bu yolu izleyerek gelen suyun her yere ulaşmasını su yolları sağlayacak demiş. teyzesi kızın fikrinin işe yarayacağından emin olamamış ama kızın ısrarları üzerine köydeki diğer evlerden bazılarına anlatmış fikri.insanlar bir umutla açlık ve yoksulluk canlarına tak ettiğinden kızın dediğini bir bir yapmışlar iki aya kalmadan olgunlaşan ürünleri hasat etmişler kitap okuyan bu küçük kızın kitaplardan gerçekten faydalı şeyler öğrendiği anlaşılmış.teyzesi küçük kızla gurur duyduğunu her fırsatta dile getirip kızdan söyledikleri için özür dilemiş. anne babalar da çocuklarıyla tek tek gelip kızdan ödünç kitaplar almışlar herkes bir iki kitap okuyunca gerçekten kızın
neden okumadan duramadığını anlamışlar.köydeki büyük küçük herkes pek çok kitap okumuş.yeni doğan her çocuğa okuma yazma öğretilmiş .köy zamanla kalkınmış kalkınmış. bizim küçük kız bilge bir nine olduğunda köyümüz bilimadamları sanatçılar filozoflar çıkaran herkesin burada yaşamak için akın akın diğer diyarlardan geldiği büyük bir ülke olmuş ve herkes çok çok mutlu doğmuş mutlu yaşamış ve ihtiyarlamış...



Uzun zaman önce, uzak bir ülkede çok yoksul bir nine yaşardı. Bu ninenin bir de kedisi vardı.Kedi o kadar uyuşuktu ki, patisini bile kaldırmaya üşenir, bu yoksul kadının verdiği yemeklerle gününü gün ederdi. Günler böyle geçip giderken... Bizim Miskin Kedi, iyice zayıflamış, çelimsizleşmişti. Bir gün evin kapısında otururken kocaman bir . kediyle karşılaştı.Doğrusu kediden çok bir kaplana benziyordu. Zayıf kedi, hayıflandı,`Niçin ben böyle güçsüz, bakımsızım, sen böyle şişman, semizsin?` diye... Semiz Kedi: - Sen de her gün Padişah`ın sarayında bulunursan türlü türlü yemekler yersin , benim gibi olursun, dedi. Güçsüz Kedi bu fikri çok beğendi. Bu yoksul kadının . yanında durmakla karın doymuyordu işte. “Herkes neler yiyor, ben burada sürünüyorum” diye düşündü. Yoksul ninenin evinde ne vardı ki...Ne yiyecek, ne içecek... - Ne zaman gidersen haber ver birlikte gidelim, dedi. Semiz Kedi bunu kabul etti. Güçsüz Kedi, akşam olduğunda durumu nineye anlattı. Saraya gitmek için ondan izin istedi. Nine bu duruma çok üzüldü. Tamam ona çok güzel yiyecekler veremiyordu ama aç kalmıyordu, sonra burada tehlike yoktu, orada neyle karşılacağını bilemiyordu - Hırs insana zarar verir, şimdi sen bunu düşünemiyorsun. Elindekilerle yetinmeyi öğrenmelisin dedi. Fakat kedinin umurunda değildi bu, önemli olan güzel yiyeceklerdi. Ertesi gün yiyeceği . türlü türlü yiyecekleri düşünüyordu. Sabah oldu.Semiz Kedi, pencereden, `miyaav miyaaav!` diye seslendi, Zayıf Kedi de çıktı, birlikte saraya gittiler. Fakat sarayda durum hiç de semiz kedinin anlattığı gibi değildi. Sarayın kapısına yığılan yüzlerce kedi vardı ve artık herkes bu kedilerden bıkmıştı. Her gün yenileri ekleniyordu bunların arasına. Padişah okçularını yollayıp, bundan sonra yeni gelen kedi gördüklerinde vurmalarını istedi. Okçular hazır beklemeye başladılar. Bizim çelimsiz kedi hoplaya zıplaya yemeklere saldırınca midesine oku yedi. O günden sonra ninenin yanına dönemedi. Nine onu birkaç gün bekledikten sonra , kedinin hırsının ve açgözlülüğünün kurbanı olduğunu anlayıp , ümidi kesti. Kendine yeni bir kedi buldu ve artıklarını ona yedirmeye başladı.




21 Şubat 2015 Cumartesi



Vakti zamanda karıncalar arasında topal bir karınca varmış. Topallığına karşın gece gündüz demez çalışırmış. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, çok ağır olan bir yiyeceği bulduğu yerden alıp yuvasına taşımaya başlamış. Yolu da uzunmuş. Uzun yolculuk ederken, şura senin bura benim derken, günün o kavurucu sıcaklığı da yerini tatlı tatlı . esen serin bir rüzgâra bırakmış. Derken her tarafı çiçeklerle bezenmiş bir su kaynağının başına varmış. Çiçekler nazlı nazlı sallanıp birbirleriyle yarenlik ediyorlarmış. Topal karınca biraz nefes alıp dinlenmek için, sırtındaki yükü bir karanfil çiçeğinin yanına bırakmış. Biraz dinlenmek için buradan daha iyi yer olmayacağını düşünmüş. Gümüş parıltısında akan suyun içinde baş aşağı akseden güzelliği izlemiş bir zaman. Sonrada yükünün üstüne oturarak dinlenmeye başlamış. Karanfil çiçeği şöyle boynunu büküp topal karıncaya bakmış, taşıdığı yüke bakmış, hayretler içinde: -Amma da tuhaf! Diye söylenmiş kendi kendine. O küçücük boyunla bu kadar yükü taşıyorsun demek. Üstelik ayağının biri de topal. Taşıyabildiğin . kadarını yüklensen olmaz mı? Demiş. Topal karınca başını kaldırıp karanfil çiçeğine bakmış. Sonra da kendi kendine: -Hey gidi dünya, herkesi başka türlü yaratmış. Bak sen benim ile karanfil çiçeğinin arasındaki farka!.. Bu güzelim yerde, şırıl şırıl akan güzelim suyun başında böyle keyif çatmak için ne yapmış acaba? Ya ben bu kadar çetin doğa koşulları ile uğraşıp bir dilim yiyecek için bu kadar çile çekmek için ne günah işledim peki?.. O arada gelincik çiçeği söze karışmış. -Günah filan işlemedin akıllım, herkesin bir yaşamı var. Senin yaşamında öyle. Bizim ki de böyle. Bizim yaşamımızın iyi olduğunu sanıyorsun, hiçte . öyle değil. Her gün korku içinde yaşıyoruz. Gün yok ki yüreğimizi korku sarmasın. Her an ölümle burun burunayız. Ya bir ot oburun dişleri arasında, ya da birinin ayakları altında ezilip gideriz her an. Hiç olmazsa sen kendini koruyabiliyorsun. Senin durumunda olmak için neler vermezdim, demiş. Topal karınca, gelincik çiçeğine uzun uzun bakmış ilkin. Sonra da kalkıp derede akan soğuk suyu yüzüne çarpıp kana kana içmiş. -Ohhhh bee! Bu su her şeye değer doğrusu, diyerek geçip gelincik çiçeğinin dallarının dibine oturup yiyecek çıkınını açmış. Çıkınında çıkardığı bir bezi olduğu yere sermiş. Yiyeceklerini bir bir bezin üstüne bıraktıktan . sonra, karanfil ve gelincik çiçeğine: -Buyurun birlikte yemek yiyelim, demiş.

Gelincik çiçeği: Afiyet olsun biz o işi biraz önce yaptık demiş.
Karanfil çiçeği: Gideceğin yolun daha çok mu demiş.
Topal karınca: Evet uzak, daha iki günlük yolum var, deyince.
Gelincik çiçeği: O zaman bu gece bizim konuğumuz ol, bir iyice yorgunluk atarsın, birlikte dertleşir söyleşiriz.
Karanfil çiçeği: Evet gelincik doğru söylüyor, bu gece konuğumuz ol. Uzun zamandır kimseler bize konuk olmadı.
Topal karınca: Haklısınız gün boyu durmadan yürüdüm. Yorgunluktan keyfim kaçtı zaten. Elimden olmayarak size karşı kaba bir söz söylediysem bağışlayın. Ben kötü biri değilim aslında.
Gelincik çiçeği: Biz halden anlarız arkadaş üzülme sen.
Karanfil çiçeği: Yok canım hiçte söylediğin gibi değil, kimse kimseye kaba laf söylemedi, keyfine bak sen.
Topal karınca yemeğini yedikten sonra, yere düşen kırıntıları toplamış, yeşillikler arasında hiçbir çöp bırakmadan her tarafı temizlemiş. Yere serdiği bezi güzelce toplayıp kaldırmış. Geçip derede ellerini bir iyice yıkamış, dişlerini fırçalamış.
Karanfil çiçeği ve gelincik çiçeği, topal karıncanın bu temizliğine hayranlıkla bakmışlar ilkin sonra da kendi aralarında.
Gelincik çiçeği: Bak görüyor musun yerde tek çöp bırakmadı. Doğayı ve çevreyi temiz tutmaya özen gösteriyor.
Karanfil çiçeği: Evet haklısın ama bunu yapmak zorunda. Çevresini temiz tutmayanların hastalıklardan kurtulması olası değil. Sağlıklı yaşamanın birinci kuralı temizlik ve çevreyi korumaktır. Yeşilliği korumaktır.
Gelincik çiçeği: . Ama birileri her tarafı kirletiyor, hatta daha da ileri giderek yerlere tükürüyorlar, çöplerini rasgele yerlere atıyorlar.
Karanfil çiçeği: Haklısın öyle davrananlar o kadar çok ki.
Gelincik çiçeği: Peki bunlara okulda öğretmiyorlar mı? Örneğin yerleri kirletmeyin, çevrenizi temiz tutun, pikniklerde yerleri kirletmeyin, çöplerinizi toplayın, sigara yanıklarını kurumuş otların arasına atmayın demiyorlar mı?”
Karanfil çiçeği: . Diyorlar demesine diyorlar da, ama anlayan kim, insanın kendisinden olmalı. Geçenlerde bana biri söyledi, yeni okula gidenler okuyan gençler çok akıllıymış biliyor musun? Çevre temizliğine çok önem veriyorlarmış. Birisi yerlere bir şey attı mı hemen onu ikaz ederek çöp bidonlarını gösteriyorlarmış ya!..
Gelincik çiçeği: Çok güzel ya!.. Desene artık kirlilikten kurtulacağız.
Karanfil çiçeği: Evet, birkaç yıla kadar her taraf pırıl pırıl olacak göreceksin.”
Gelincik çiçeği: Umarım.





Bahçenin birinde bir kiraz ağacı varmış. Ağacın önce beyaz çiçekleri, sonra da kırmızı kırmızı kiraları olurmuş. Kiraz ağacının kapısı konuklara açıkmış. O hiç yalnız kalmazmış. 

Kiraz ağacının bodrum katında köstebekler, solucanlar otururmuş. Ağacın gövdesinde ise karıncalar, böcekler bulunurmuş. Üst kattaki konuklar ise çiçeklere gelen arılar, dallara konan kuşlarmış. 

Bir gün kiraz ağacı evini dolduran bu konuklara dönmüş, şöyle demiş: “Ey konuklar! Söyleyin bakalım daha ne kadar zaman evimde konuk olacaksınız? Bütün gün evimde rahat rahat oturuyorsunuz. Peki bana ne kira ödüyorsunuz?”

Konuklardan solucan ve köstebek hemen konuşmaya başlamışlar: “Bilir misin, biz sana yararlı olmaya çalışıyoruz. Köklerini saldığın toprağı gece gündüz eşeliyoruz. Böylece sen köklerini rahatça daha derinlere salabiliyorsun. Gelişiyorsun.”

Üst kattaki arılar ise şöyle demişler: “Senin çiçeklerinin balını kim çıkarıp topluyor? Niz olmasak senin çiçeklerinden hiç bal alınmazdı.” 

Kuşlar ise şöyle konuşmuşlar: “Bizim neşeli sesimiz, şarkımız olmasa senin için sıkılırdı. Seni biz eğlendiriyoruz.”

Böylece kiraz ağacı konuklarının da kendisine bir şeyler verdiğini öğrenmiş. Bir daha da bu konulara hiç karışmamış. Onlar da ağacı hiç yalnız bırakmamışlar. Onu eğlendirmişler, zararlı böceklerden korumuşlar, toprağını temiz tutmuşlar.