çocuk masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2023 Cuma



Bir zamanlar büyük bir havalimanında bulunan birbirinden büyük ve güzel uçaklar varmış. Bu uçakların en küçüğü olan Minik Jet, her zaman büyük uçaklara bakar onlar gibi uçmayı hayal edermiş. Daha önce hiç uçmayan Minik Jet, gün boyunca havalimanında dolaşır, kalkış yapan uçakları, helikopterleri ve Jetleri seyreder onların gökyüzünde süzülüşlerini hayranlıkla izlerdi. Minik Jet, Jetler gibi süratli, büyük uçaklar kadar yükseklere çıkmayı ve Helikopterler gibi de dar bir alana inebilmeyi hep hayal eder dururdu. Bir gün Harika Uçuş Yarışması yapılacağı haberini işiten Minik Jet, o yarışmaya katılmak istiyor ancak yarışmaya katılabilmesi içinde hem uçabilmesi hem de hızlı olması gerektiğini de iyi biliyordu.
Onu bu dalgın hali yaşlı yolcu uçağının dikkatinden kaçmamıştı. Bir gün “Hey Minik Jet, bakıyorum da hiç uçmuyorsun? Sende uçarak gökyüzünden güzellikleri seyretmeyi istemiyor musun?”

“İstiyorum da, şey, şey…” diyebilmiş sadece

Yaşlı Uçak onun korktuğundan uçmadığını anlamıştı. Ona biraz cesaret vermek için “ Bak şimdi yükseklere çıkınca sıra sıra dizilmiş dağları, nehirleri, çeşit çeşit ağaçları, gölleri göreceksin. Her seferinde farklı bir güzel yer ile karşılaşacaksın. Gökyüzünde süzülmek öyle güzel bir duygu ki, onu sana tarif etmem imkansız.” Demiş

Minik Jet sadece “Teşekkür ederim.” Diyerek yaşlı uçağın yanından ayrılmıştı. Bir süre Yaşlı Uçağın söylediklerini düşündükten sonra Harika Uçuş yarışmasına katıldığını hayal edince epey heyecanlanmış ve ilk defa uçmaya karar vermişti.

Uçuş alanına giden Minik Jet, bu seferde uçakların yoğun bir şekilde inip, çıktığını görünce uçuş alanının boşalmasını beklemiş. Ama bu seferde alan hiç boşalmayınca tekrar uçmaktan vazgeçmiş.

Ertesi gün düşünceli düşünceli havalimanında dolaşırken Yaşlı Uçak “Minik Jet, dün yine uçmadın değil mi?” diye sormuş.

“Evet ” dedi üzgün bir şekilde Minik jet,

Yaşlı uçak “Hadi benimle gel, beraber uçalım.” Demiş.

Minik Jet önce biraz duraksadı. Sonrada Yaşlı uçağı takip ederek uçuş alanına doğru gitti. Uçuş alanında yaşlı uçağın yaptıklarını yaparak uçmaya başladı.

Yaşlı uçak “Uçmak nasıl bir şey?”

“Çok güzelmiş. Sana çok teşekkür ederim.” Diyerek gökyüzünde durmadan uçmaya başlamış. O gün akşama kadarda geri dönmemiş. Havalimanına dönen Minik Jeti gören yaşlı uçak, gülümseyerek ona el sallamış. O günden sonra her sabah erkenden kalkan Minik Jet, harika uçuş yarışması için gökyüzünde uçuş denemeleri yapmaya başlamış. Çok geçmeden tamamen korkusunu yenen Minik Jet, çok hızlı gitmeye ve dilediği yüksekliğe çıkmaya başlamıştı. Onu gören diğer uçaklar, şaşkınlıkla onu izliyorlardı. Minik jet diğer uçaklar gibi sadece havalimanına değil, başka yerlere de iniş yapıyordu. Yarış günü gelip çattığında Harika Uçuş yarışmasına katılan Minik Jet, yarışmada birinci seçilerek en hızlı uçak olarak tanınmaya başlamış. Çok sevinçli olan Minik Jet, daha önce uçamamasının önündeki engelin, boş korkuları olduğunu anlamıştı. Bu güzel Harika Uçak Masalı da burada son buldu.

25 Aralık 2017 Pazartesi


O gün, yılın ilk karı yağmıştı. Narlıköy’ün çocukları hemen toplanıp, kendilerine kömür gözlü, havuç burunlu, sevimli bir kardan adam yaptılar. Bütün gün neşe içinde kartopuna tutup, oynadılar.

Çocukların sevinçli.hali kardan adamın da çok hoşuna gitmişti. Onların çevresinde koşup oynaması bir anda kardan adamı da canlandırmış gibiydi. Öyle ki, karanlık bastırıp da çocuklar evlerine çekilince pek hüzünlendi. Kendisini çok yalnız hissetti. Öylesine üzüldü, öylesine üzüldü ki, neredeyse buzdan kalbi “Çıt!” diye kırılacaktı. Sonra, “Belki de onları yeniden görebilirim,” diye düşündü. Yavaşça yeniden doğrulup, en yakınındaki evin penceresine yaklaştı. İçeride çıtır çıtır yanan soba, camları iyice buğulamıştı. Yine de annenin küçük toprak taslara buharı tüten, sıcacık çorba doldurduğu görülebiliyordu. Baba, sobanın ağzına kürek kürek kömür atıyordu. Çocukların neşesine de diyecek yoktu. Bir yandan buharı tüten çorbaya kaşık sallarken, bir yandan da o gün okulda olanları anlatıyorlardı.

Kardan adam üzüntüyle içini çekti. Kendisinin hiç evi, ailesi olmamıştı. Nasıl olsun? Günübirlik yaşıyordu zaten. Üstelik şu sevimli afacanlar olmasa ayaklar altında ezilen bir tutam kardan başka bir şey olmayacaktı. Hele şu Güneş yüzünü birazcık gösterse, yaşamının o anda son bulacağını biliyordu.

Birden kararını verdi. Daha önce kar tanelerinden birinin anlattığı o KUTUP denilen yere gidecekti. Böylece yıllarını birlikte geçirebileceği bir aileye de kavuşabilirdi.

Ertesi sabah çocuklar sokağa çıktıklarında bir şaşırdılar ki sormayın. Her yan karlarla kaplıydı. Gece hava daha da soğuduğu için karlar erimemişti, ama bir gün önce özene bezene yaptıkları kardan adam birdenbire yok olmuştu? Doğrusu kimsenin aklı bu işe ermedi.

Kardan adama gelince... Az gitti... Dere tepe düz gitti... Donmuş toprakların üzerinden, çatır çutur buzların arasından geçti. Sonunda Kutup bölgesine vardı. Önce buz gibi rüzgar karşıladı onu. Sonra siyah elbiseli penguenlerle, sevecen foklar sardı çevresini. Foklar küçük yüzgeçleriyle sağına soluna dokunup onunla arkadaş olmak istediklerini söylediler. Penguenlerin bir kısmı neşe içinde el çırpıp bu yeni dostu selamladılar. Bazıları da merakla havuç burnunu, çalı süpürgesini çekiştirdi. Şakacı rüzgar, başındaki şapkayı kapıp kaçırdı. Kardan adam da onları pek sevmişti.”Artık eriyip çamurlara karışmak yok”, diye mırıldandı kendi kendine... “Burada yıllarca yaşayabilirim.”

Ama bir süre sonra herkes kendi işine daldı gitti. Zavallı kardan adam yine tek başına kalmıştı. İlk kez kar ve buz onu titretti. İnanır mısınız, ağaçları, hatta güneşi bile özler oldu. Hele çocuklar... Hele o yaramaz çocuklar burnunda tüter olmuştu. Üstelik şimdi, arzuladığı bir aileye ancak onların yardımıyla kavuşacağını da anlamıştı. Sevilmek istiyordu. Yaşamı bir gün bile sürse, birlerinin ona sarılması, onların sıcaklığını duyması gerekliydi.

Çocuklar, ilkbaharın sevimli müjdecisi kuş cıvıltılarıyla uyandıkları bir sabah, sokakta hiç beklemedikleri bir konukla karşılaştılar. Kardan adam esrarengiz şekilde ortadan kaybolduğu gibi, yine aynı anlaşılmaz bir güçle ortaya çıkmış, onlara gülümsüyordu. Yemyeşil çimenlerle, papatyaların arasında durmuş, omuzlarına konan kuşların şarkılarını dinliyor gibiydi. Her halinden mutluluk içinde olduğu anlaşılıyordu.

Köyün sokakları bir anda neşeli çığlıklarla doldu. Köyün her evinden bir iki çocuk koşarak çıkıp bu eski dostun çevresini sarıyordu. Bu güzel manzarayı gören güneş, bir buluta kendisini örtmesini rica etti. Biraz daha geç ısınıp, çocuklarla kardan adamın mutluluğunu elinden geldiğince uzatmaya çalıştı. Her geçen dakika eriyip toprağa karışan kardan adam ise mutlu gülücükler dağıtmaya devam ediyordu çevresine. Birkaç ay sonra yeniden buluşacaklarını biliyordu Artık, bu dünyada çocuklar var oldukça ve kar yağdıkça her kış yeniden doğacağına inanıyordu.

Kışa Hazırlık

Ece , annesi, babası ve kardeşi Ahmet ile birlikte Neşeli Orman'a yakın bir köyde, bahçe içindeki bir evde yaşıyormuş.
Sabah uyandığında ilk önce odasının penceresinden dışarıya bakıyormuş.

Babası bahçede ağaçlardan düşen yaprakları, annesi de olgunlaşan domatesleri topluyormuş. Kardeşi Ahmet ise odasında oyun oynuyormuş.
Ece üzerini değiştirip mutfağa inmiş. Annesinin kendisi için hazırladığı kahvaltısını yaptıktan sonra bahçeye çıkmış. Önce babasına sonra annesine günaydın demiş.

Babası:
- Günaydın Ece. Yaprakları toplamam için bana yardım edermisin?
- Olmaz babacığım ormana arkadaşlarımın yanına gideceğim.
Annesi:
- Günaydın Ece. Domatesleri toplamamda bana yardımcı olurmusun?
- Olmaz anneciğim. Arkadaşalrımla oynayacağım.
Ve Ece ormana doğru koşmaya başlamış.

Yolda Zıp Zıp Tavşan ile karşılaşmış.
- Günaydın Zıp Zıp.
- Günaydın Ece.
- Zıp Zıp, birlikte oyun oynayalım mı ?
- Oynayamayız Ece. Aileme kış hazırlıklarında yardım etmeliyim, hoşça kal!

Ece biraz daha yürümüş ve minik sincaplarla karşılaşmış.
- Günaydın minik sincap.
- Günaydın Ece.
- Birlikte oynayalım mı?
- Bugün oynayamam. Kış için meşe palamutu toplamalıyım.

Ece, galiba oyun arkadaşı bulamayacağım diye düşünmeye başlamış. Düşünceli bir şekilde ormanda dolaşırken gözlüklü köstebek ile karşılaşmış.
- Ne oldu Ece? Niye bu kadar üzgünsün?
- Herkes ailesine yardım ediyor. Oynayacak arkadaş bulamadım. Oysa hava çok güzel. Kışın gelmesine daha çok var.
- Ece ; Ağustos Böceği ile Karınca'nın hikayesini hatırlıyormusun? Ağustos Böceği de böyle düşünüp hazırlık yapmamış ve kış geldiğinde aç kalmıştı. Karınca ise hiç durmadan çalışmış, havalar soğudunda sıcacık yuvasında rahat rahat kışı geçirmişti.
İşte karınca gibi kış geldiğinde rahat etmek, mutlu olmak istiyorsan şimdi çok çalışmalısın.

Ece köstebeğin söylediklerinin doğru olduğunu düşünmüş ve koşarak ailesinin yanına gitmiş. Anne ve babasından özür dilemiş. Gün boyunca ailesi ile birlikte kış için hazırlık yapmış.
Gece olduğunda mutlu bir şekilde uykuya dalmış


Kar ve Çocuk
Kar ve Çocuk Çocuk evinin camından dışarı baktı. Hayalleri cama takıldı. Parka gitmek istiyordu diğer bütün çocuklar gibi. Salıncakta sallandıkça mutlu olacaktı çocuk. Dönme dolaplarda dönecekti. Sesi diğer çocukların seslerine karışacaktı.

Bütün çocukların sesleri kuş seslerine karışacaktı. Ve çok mutlu olacaktı. Sadece parka gitmesi yetecekti. Başka bir şey istemiyordu.
Mutlu olması için iki zincirin ucundaki küçük bir tahta parçası yetecekti ona. Ah! şimdi parkta olabilseydim. dedi.
Elleri ile cama dokundu. Camın soğukluğu onun küçücük yüreğine. Mutlulukla arasındaki engeli cam olarak gördü birden. Bir de dışarıda ki bembeyaz örtüyü. Nasıl da her yeri kaplamıştı. Bir taraftan da küçük küçük beyaz tanecikler iniyordu gökyüzünden.
Ne kadar da çoklardı. Sanki onlarda kendi aralarında oynuyordu. Bir sağa bir sola çığlık çığlığa koşuyordu. Tıpkı çocuklar gibi. Telaşlı ve ürkek birden bitiverecek gibi mutlulukları. Sanki birisi, artık yeter şimdi eve gidiyoruz diyecek ,alıp götürecekti hepsini.
Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini.
Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin.
Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağına,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini.
Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu. Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!diye bağırdı.
Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.

29 Mayıs 2015 Cuma



      Bobo adında bir yavru ayı ile Yogo adında bir porsuk arkadaş olmuşlardı. Onlar bir ormanın kıyısında yaşıyorlardı. Her ikisi de birbirini çok seviyordu. 

Bir gün birlikte dolaşırlarken bir top buldular. 

Top; plastikten yapılmıştı. Görünüşü çok güzeldi. Dört renkliydi. Sari, kırmızı, mavi ve pembe. 

Bobo ile Yogo birlikte oynamayı çok seviyorlardı. Oynadıkları yer çimenlerle, çiçeklerle süslüydü. 

Orada yasayan böcekler ve kelebekler Bobo ile Yogo`ya bakıyordu. Biri atıyor, öbürü tutuyordu. 

Top tüy kadar hafifti. Dokundukça zıp zıp zıplıyordu. 

Bobo ile Yogo oynaya oynaya bir evin yakınına kadar geldiler. Bobo bir vuruş yaptı. Top fırladı, küçük bir gölete düştü. Orada bulunan kuşlar korkmuşlardı. Hemen havalandılar. 

Yogo sudan çıkardığı topu, bir kütüğün içine götürdü. Oraya Bobo da girmek istedi. Fakat sadece başını sokabildi. Geriye çıkmak için ise çok uğraştı. 

Bobo çok çabaladı, çok yoruldu. Yogo buna çok üzüldü. Çünkü onları orada yasayan kuşlar, kelebekler, sincaplar, böcekler de görmüştü. 

Yogo topu Bobo`ya attı. Bobo topa vurayım derken sirt üstü yuvarlandı. Yogo da onun üzerine düstü. Bobo yattığı yerden kafası ile topa vurdu. Top bir kusun, bir kovanın, bir kelebeğin yanına fırladı. 

Bu tarafta dik kulaklı yavru bir tavsan vardı. 

Onun acıktığı belliydi. Durmadan karnini doyurmaya çalışıyordu. Yogo ile Bobo bu kez de oraya, yavru tavşanın yanına geldiler. 

Bobo topa bir kez daha olanca hızıyla vurdu.Top havaya uçtu. Tavşanların yuvasından geçerek süzüle süzüle yüzen ördeklerin yakınına düştü. Ana tavsan ve yavru tavşanlar çok korktu. 

Onları görünce Bobo ile Yogo da şaşırdı, neye uğradıklarını bilemediler. Yogo ile Bobo birbirlerine sarıldılar. Yavru tavşanlar da korkularından analarına sokuldular. 

Topun suya kaçtığını görünce Bobo ile Yogo o tarafa doğru koştular. Tavşanlar da yuvalarının ağzına geldi. Top çok uzaklaşmış, suda yüzen ördeklerin yanına varmıştı. 

Yogo ile Bobo suyun üzerinde ilerlediler. Kayığı aldıkları yere bıraktılar. Oradan ayrılarken balıklar, ördekler ve bir kurbağa da uzun süre peslerinde yüzerek onları izlediler. 

Bobo ile Yogo evlerinden çok uzaklaşmışlar, çok yorulmuşlardı. Daha fazla oynamadılar. Bobo topu aldı. Yogo ile el ele tutuştular. Güle oynaya geriye döndüler. 

Onların geldiğini gören bir fare çiçeklerin arasına saklandı. 

Akşam yakındı. Hava yavaş yavaş kararıyordu. 

Yogo ile Bobo evlerine döndüler.

18 Mayıs 2015 Pazartesi



Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
– Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

9 Nisan 2015 Perşembe

Bir gün ormanlar kralı aslan hastalanmış. Bütün hayvanlar birer birer gelip arslanın hatırını sormuşlar. Kurt bu fırsatı kaçırır mı? Hemen aslanın yanına koşup tilkiyi kötülemeye başlamış :- Sen hepimizin kralısın. Oysa tilkinin sana saygısı bile yok. Gelip hatırını bile sormadı.

Bu sırada tilki de kapıdan kurdun dediklerini işitmiş. Aslan tilkiyi görünce çok kızmış. Öyle bir kükremiş ki yer gök titremiş. Ama kurnaz tilki hemen aslana dil dökmeye başlamış:

- Sevgili kralım. Hepsi sana hatır sormaya gelmiş ama bir tanesi de seni iyileştirmeye çalışmış mı? Ben gelmedim. Çünkü kapı kapı dolaşıp derdine çare arıyordum.

Bunu duyan aslanın gözleri parlamış:

- Peki çare buldun mu? diye sormuş.

Kurnaz tilki gülmüş:

- Çare, bir kurdu diri diri yüzüp postuna bürünmekmiş. Doktor öyle söylüyor.

Aslan bunu duyar da hiç durur mu? Hemen kurdun derisini yüzmüş, postuna sarınmış.

Tilki kurdun başına giderek “Başkalarına tuzak kurmaya kalkan, o tuzağa kendi düşer” demiş.

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş.
Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.
Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş. 
Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş.
Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte….
Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.
Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış… 
Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…

24 Şubat 2015 Salı


Emir henüz sekiz yaşındaydı. Onun hayal dünyası diğer yaşıtlarına göre biraz daha küçüktü. Yaşıtlarının aklında pek çok hayal varken, onun sadece bir hayali vardı. Gökkuşağına gitmek... Her yağmur yağdığında güneşin doğmasını bekliyordu. Böylelikle gökkuşağının o muhteşem görüntüsünü görebilecekti. Gökkuşağını gördüğü günlerden birinde babasına gökkuşağına gitmek ve onu yakından görmek istediğini söyledi. Fakat babası gökkuşağının ulaşılamayacak kadar uzakta olduğunu ve onun yakından görülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Ama bu cevap Emir`i tatmin etmemiş, aksine gökkuşağını yakından görme isteği ve merakı daha da kuvvetlenmişti. Bunu takip eden günlerde, gökkuşağı her gök yüzünde göründüğünde Emir, babasına bu isteğini tekrarlıyordu. Ama her defasında babası bunu reddediyordu. Son söylediğinde babası ona kızmış, yaşıtları gibi oyunlar oynamasını söylemiş ve bir tokat atmıştı. Emir, yine gökkuşağının gök yüzünde göründüğü günlerden birinde onun yanına gitmeye karar verdi. Babası onu götürmüyorsa eğer, o tek başına, bisikletiyle gökkuşağına gidebileceğini düşünmüştü. Annesine arkadaşlarıyla oynamaya gittiğini söyledi ve bisikletine binerek . gökkuşağına gidebilmek umuduyla yola çıktı. Emir`in annesi o üç yaşındayken ölmüştü ve babası Emir`e tek başına bakamadığı için yeniden evlenmişti. Fakat evlendiği kadın babasıyla onun parası için evlenmişti. Babası evdeyken Emir`e iyi davranıyor, fakat o evde değilken kötü davranıyordu. Bisikletiyle ilerlerken caddeye geldiğinde frenleri tutmadı ve caddeden o sırada geçen arabalardan biri Emir`e çarptı. Çok sert çarpmamıştı ama yinede yaklaşık iki metre ileriye fırlatmıştı Emir`i çarpmanın etkisiyle. Emir`e çarpan arabanın şöförü hemen onu arabasına alıp hastaneye götürdü. Şöförün eşi de arabadaydı ve eşinin isteğiyle Emir`in ceplerinde her hangi bir telefon numarası olup olmadığına baktı. Babası Emir`e bir kartvizitini vermişti kötü bir durumda ona ulaşılması için. Kartviziti bulan kadın eşine verdi. Adam hemen numarayı arayıp durumu kısaca özetledi ve derhal hastaneye gelmesini söyledi. Babası hastaneye geldiğinde Emir yoğun bakımdaydı ve ölmek üzereydi. Sürekli babasını sayıklıyordu. Babası doktorların engelini aşıp oğlunun yanına girdi. Emir, babasına sadece tek bir cümle söyledikten sonra gözlerini kapadı ve nefes alışverişleri kesildi: “Sen beni gökkuşağına götürmeyince, ben gitmek istedim baba.” Odadan çıkan adam ağlayarak hastanenin koridorunda yere yığıldı. Gözlerini açtığında hastanenin odalarından birinde yatıyordu. Yataktan kalktı ve hastaneden çıkarak evine doğru yol aldı. Bir sonraki sabah bankaya giderek bütün parasını çekti, hisselerini sattı. Bütün parasını bir çantaya doldurdu ve yağmurun yağmasını beklemeye başladı. Eşi bu halini gördü, bütün hisselerini sattığını öğrendi ve eşyalarını toplayarak onu terketti. Yağmur başladıktan sonra güneş doğdu ve gökkuşağı gök yüzünde belirdi. Hemen çantayı alıp dışarıya çıktı. Gökkuşağına ulaşmak için koşmaya başladı. Fakat çok geçmeden gökkuşağı kayboldu. O günden sonra yürüyerek kilometrelerce yol katetti gökkuşağına ulaşabilmek için. Üstündeki kıyafetleri hiç çıkarmıyor, sadece yemek yemek ve su içmek için duruyordu. Bitkindi. Her gittiği yerede ona nereye gittiğini soruyorlardı ve o da ağlayarak hep aynı cevabı veriyordu: “Gökkuşağını oğluma getirmeye gidiyorum.” Yağmur yağdıktan sonra güneş doğdu ve gökkuşağı gök yüzünde görüldü. Bu kez hiç olmadığı kadar yakındı gökkuşağının başladığı yere. Koşmaya başladı. Gitmek istediği yere vardığı sırada bedeni bu yolculuğa daha fazla dayanamadı ve yere yığıldı. Ölürken ağzından son bir cümle çıktı: “Bekle oğlum, sana gökkuşağını getiriyorum.”


23 Şubat 2015 Pazartesi





Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. . Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş. Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış. Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş. Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş. Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte…. Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. . En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış. Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış… Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…

22 Şubat 2015 Pazar





Bir varmış bir yokmuş.dünyadaki güzelim diyarların birinde bizim masala konu olan küçük kız yaşarmış.küçük kız teyzesiyle birlikte büyük gösterişli bir evde bir eli yağda öteki balda,bir dediği iki olmadan yaşamasına rağmen mutlu değilmiş.neden mi peki çünkü küçük, etrafından küçük bir çocukmuş gibi muamele görmek istemiyormuş.o yaşıtları gibi topla oynamaktan salıncak da sallanmaktan ip atlamaktan derede yüzmekten kovalamaca oynamaktan hiç mi hiç hoşlanmıyormuş.hele hele o evcilik oyunu ....o kadar basit ve aptalca buluyormuş ki o oyunu oynarken gördüğü arkadaşıyla bir daha konuşmak bir yana ona selam bile vermiyormuş.gelgelelim küçük kız böylece tüm arkadaşlarını kendine küstürmüş.yapayalnız kalmış.içinden onlar benim arkadaşlığımı hakketmiyorlar ki diyor ve hiçbirini umursamıyormuş.oyun oynamayan kimseyle konuşmayan bu küçük,günlerini kitap okuyarak geçirirmiş sabahtan akşama kadar okur okur okurmuş.okumayı o kadar severmiş ki teyzesinin ve köylerindeki diğer insanların nasıl olup da bu eğlenceden mahrum kaldıklarını bir türlü anlamıyormuş.zaten arkadaşlarının bizim küçükten uzaklaşmalarının bir sebebi de kızla her konuştuklarında, kızın onlara o sıralar okuduğu kitaplardan bahsetmesi ve onlara da bu kitabı okumaları konusunda diretmesiymiş.çocuklar bir türlü anlamıyormuş sabahtan akşama kadar güzel güzel oynamak, yaramazlık etmek varken kızın tüm gün kitap okumasını.... bizim kız kitapları yalayıp yuttuğu için teyzesi ona kitap yetiştirmekte oldukça zorlanıyormuş.köyde kitap satılmadığından haftada bir şehre gidermişler kızla..kız orada onlarca kitap beğenirmiş o hafta okumak için. okudukları da gerçekten kalın kitaplarmış ama küçük kız gider gitmez okumaya başlayıp o günün akşamı kitapların ikisini bitirmiş teyzesi kitapların kızın hiçbir işine yaramayacağını düşünüp ah be kızım çocukluğunu yaşa günün birinde evleneceksin. o zaman çocukluğunu yaşamadığına üzüleceksin der dururmuş..kız bu sözleri duyunca dişlerini sıkar gözleri dolu dolu odasına gidermiş.teyzesinin çok yanlış düşündüğünü düşünüyormuş. o asla evlenmeyecekmiş.o kitap okuyacakmış ve bir gün mutlaka kitap okuduğu ve boş şeylerden uzak kaldığı için ödüllendirileceğini biliyormuş . bir yıl,ülkede kuraklık baş göstermiş. tarlalardaki ürünler olgunlaşamadan kuruyup kalmış. herkes çok zor durumda kalmış. kızın teyzesi bile o yıl tarlalarından hasat elde edemediği için artık iki üç haftada bir gidip çok daha az kitap almak durumunda kalmış kıza. kız teyzesini zor durumda bırakmak istemediğinden itiraz etmeyip yeni alınan kitapları bitirdikten sonra eski okuduğu kitapları bir daha okuyormuş. kuraklık gelmiş gelmesine de gitmek bilmemiş.artık köydeki çocukların dışarıda oynamasına anneleri izin vermiyormuş.zaten çocuklar da yarı aç yarı tok bir halde oynamaktan da zevk almıyormuş. gün boyu evde kart oyunları oynayıp, pinekliyorlarmış.kimse yüksek sesle dile getirmiyorsa da bu durum biraz daha böyle devam ederse herkes evini barkını bırakıp şehre göçmek zorunda kalacakmış.. küçük kızsa düşünüyormuş.kuraklığın verdiği zarar neyle yenilebilir.madem toprağı sürüp ürün elde edemiyoruz o zaman ne yapmalı aklına okuduğu tarih kitapları gelmiş. eski milletler kuraklık geldiğinde ne yaparlardı hatırlamış .heyecanla dışarı fırlayıp köyün yukarısındaki kızgın dereye gitmiş dere çok hızlı ve kızgın aktığından adı kızgın dereymiş.sonra tarlalara gitmiş.köyün aşağısındaki ormanlık alana da bir göz attıktan sonra teyzesine koşup planını anlatmış ormandaki ağaçlar kesilip içi oyulacak ve kovuklar yapılacak demiş sonra dereden tarlalara toprak kazılıp bu kovuklar yerleşirilecek, tarla içinde de dereden bu yolu izleyerek gelen suyun her yere ulaşmasını su yolları sağlayacak demiş. teyzesi kızın fikrinin işe yarayacağından emin olamamış ama kızın ısrarları üzerine köydeki diğer evlerden bazılarına anlatmış fikri.insanlar bir umutla açlık ve yoksulluk canlarına tak ettiğinden kızın dediğini bir bir yapmışlar iki aya kalmadan olgunlaşan ürünleri hasat etmişler kitap okuyan bu küçük kızın kitaplardan gerçekten faydalı şeyler öğrendiği anlaşılmış.teyzesi küçük kızla gurur duyduğunu her fırsatta dile getirip kızdan söyledikleri için özür dilemiş. anne babalar da çocuklarıyla tek tek gelip kızdan ödünç kitaplar almışlar herkes bir iki kitap okuyunca gerçekten kızın
neden okumadan duramadığını anlamışlar.köydeki büyük küçük herkes pek çok kitap okumuş.yeni doğan her çocuğa okuma yazma öğretilmiş .köy zamanla kalkınmış kalkınmış. bizim küçük kız bilge bir nine olduğunda köyümüz bilimadamları sanatçılar filozoflar çıkaran herkesin burada yaşamak için akın akın diğer diyarlardan geldiği büyük bir ülke olmuş ve herkes çok çok mutlu doğmuş mutlu yaşamış ve ihtiyarlamış...



Uzun zaman önce, uzak bir ülkede çok yoksul bir nine yaşardı. Bu ninenin bir de kedisi vardı.Kedi o kadar uyuşuktu ki, patisini bile kaldırmaya üşenir, bu yoksul kadının verdiği yemeklerle gününü gün ederdi. Günler böyle geçip giderken... Bizim Miskin Kedi, iyice zayıflamış, çelimsizleşmişti. Bir gün evin kapısında otururken kocaman bir . kediyle karşılaştı.Doğrusu kediden çok bir kaplana benziyordu. Zayıf kedi, hayıflandı,`Niçin ben böyle güçsüz, bakımsızım, sen böyle şişman, semizsin?` diye... Semiz Kedi: - Sen de her gün Padişah`ın sarayında bulunursan türlü türlü yemekler yersin , benim gibi olursun, dedi. Güçsüz Kedi bu fikri çok beğendi. Bu yoksul kadının . yanında durmakla karın doymuyordu işte. “Herkes neler yiyor, ben burada sürünüyorum” diye düşündü. Yoksul ninenin evinde ne vardı ki...Ne yiyecek, ne içecek... - Ne zaman gidersen haber ver birlikte gidelim, dedi. Semiz Kedi bunu kabul etti. Güçsüz Kedi, akşam olduğunda durumu nineye anlattı. Saraya gitmek için ondan izin istedi. Nine bu duruma çok üzüldü. Tamam ona çok güzel yiyecekler veremiyordu ama aç kalmıyordu, sonra burada tehlike yoktu, orada neyle karşılacağını bilemiyordu - Hırs insana zarar verir, şimdi sen bunu düşünemiyorsun. Elindekilerle yetinmeyi öğrenmelisin dedi. Fakat kedinin umurunda değildi bu, önemli olan güzel yiyeceklerdi. Ertesi gün yiyeceği . türlü türlü yiyecekleri düşünüyordu. Sabah oldu.Semiz Kedi, pencereden, `miyaav miyaaav!` diye seslendi, Zayıf Kedi de çıktı, birlikte saraya gittiler. Fakat sarayda durum hiç de semiz kedinin anlattığı gibi değildi. Sarayın kapısına yığılan yüzlerce kedi vardı ve artık herkes bu kedilerden bıkmıştı. Her gün yenileri ekleniyordu bunların arasına. Padişah okçularını yollayıp, bundan sonra yeni gelen kedi gördüklerinde vurmalarını istedi. Okçular hazır beklemeye başladılar. Bizim çelimsiz kedi hoplaya zıplaya yemeklere saldırınca midesine oku yedi. O günden sonra ninenin yanına dönemedi. Nine onu birkaç gün bekledikten sonra , kedinin hırsının ve açgözlülüğünün kurbanı olduğunu anlayıp , ümidi kesti. Kendine yeni bir kedi buldu ve artıklarını ona yedirmeye başladı.




21 Şubat 2015 Cumartesi



Vakti zamanda karıncalar arasında topal bir karınca varmış. Topallığına karşın gece gündüz demez çalışırmış. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, çok ağır olan bir yiyeceği bulduğu yerden alıp yuvasına taşımaya başlamış. Yolu da uzunmuş. Uzun yolculuk ederken, şura senin bura benim derken, günün o kavurucu sıcaklığı da yerini tatlı tatlı . esen serin bir rüzgâra bırakmış. Derken her tarafı çiçeklerle bezenmiş bir su kaynağının başına varmış. Çiçekler nazlı nazlı sallanıp birbirleriyle yarenlik ediyorlarmış. Topal karınca biraz nefes alıp dinlenmek için, sırtındaki yükü bir karanfil çiçeğinin yanına bırakmış. Biraz dinlenmek için buradan daha iyi yer olmayacağını düşünmüş. Gümüş parıltısında akan suyun içinde baş aşağı akseden güzelliği izlemiş bir zaman. Sonrada yükünün üstüne oturarak dinlenmeye başlamış. Karanfil çiçeği şöyle boynunu büküp topal karıncaya bakmış, taşıdığı yüke bakmış, hayretler içinde: -Amma da tuhaf! Diye söylenmiş kendi kendine. O küçücük boyunla bu kadar yükü taşıyorsun demek. Üstelik ayağının biri de topal. Taşıyabildiğin . kadarını yüklensen olmaz mı? Demiş. Topal karınca başını kaldırıp karanfil çiçeğine bakmış. Sonra da kendi kendine: -Hey gidi dünya, herkesi başka türlü yaratmış. Bak sen benim ile karanfil çiçeğinin arasındaki farka!.. Bu güzelim yerde, şırıl şırıl akan güzelim suyun başında böyle keyif çatmak için ne yapmış acaba? Ya ben bu kadar çetin doğa koşulları ile uğraşıp bir dilim yiyecek için bu kadar çile çekmek için ne günah işledim peki?.. O arada gelincik çiçeği söze karışmış. -Günah filan işlemedin akıllım, herkesin bir yaşamı var. Senin yaşamında öyle. Bizim ki de böyle. Bizim yaşamımızın iyi olduğunu sanıyorsun, hiçte . öyle değil. Her gün korku içinde yaşıyoruz. Gün yok ki yüreğimizi korku sarmasın. Her an ölümle burun burunayız. Ya bir ot oburun dişleri arasında, ya da birinin ayakları altında ezilip gideriz her an. Hiç olmazsa sen kendini koruyabiliyorsun. Senin durumunda olmak için neler vermezdim, demiş. Topal karınca, gelincik çiçeğine uzun uzun bakmış ilkin. Sonra da kalkıp derede akan soğuk suyu yüzüne çarpıp kana kana içmiş. -Ohhhh bee! Bu su her şeye değer doğrusu, diyerek geçip gelincik çiçeğinin dallarının dibine oturup yiyecek çıkınını açmış. Çıkınında çıkardığı bir bezi olduğu yere sermiş. Yiyeceklerini bir bir bezin üstüne bıraktıktan . sonra, karanfil ve gelincik çiçeğine: -Buyurun birlikte yemek yiyelim, demiş.

Gelincik çiçeği: Afiyet olsun biz o işi biraz önce yaptık demiş.
Karanfil çiçeği: Gideceğin yolun daha çok mu demiş.
Topal karınca: Evet uzak, daha iki günlük yolum var, deyince.
Gelincik çiçeği: O zaman bu gece bizim konuğumuz ol, bir iyice yorgunluk atarsın, birlikte dertleşir söyleşiriz.
Karanfil çiçeği: Evet gelincik doğru söylüyor, bu gece konuğumuz ol. Uzun zamandır kimseler bize konuk olmadı.
Topal karınca: Haklısınız gün boyu durmadan yürüdüm. Yorgunluktan keyfim kaçtı zaten. Elimden olmayarak size karşı kaba bir söz söylediysem bağışlayın. Ben kötü biri değilim aslında.
Gelincik çiçeği: Biz halden anlarız arkadaş üzülme sen.
Karanfil çiçeği: Yok canım hiçte söylediğin gibi değil, kimse kimseye kaba laf söylemedi, keyfine bak sen.
Topal karınca yemeğini yedikten sonra, yere düşen kırıntıları toplamış, yeşillikler arasında hiçbir çöp bırakmadan her tarafı temizlemiş. Yere serdiği bezi güzelce toplayıp kaldırmış. Geçip derede ellerini bir iyice yıkamış, dişlerini fırçalamış.
Karanfil çiçeği ve gelincik çiçeği, topal karıncanın bu temizliğine hayranlıkla bakmışlar ilkin sonra da kendi aralarında.
Gelincik çiçeği: Bak görüyor musun yerde tek çöp bırakmadı. Doğayı ve çevreyi temiz tutmaya özen gösteriyor.
Karanfil çiçeği: Evet haklısın ama bunu yapmak zorunda. Çevresini temiz tutmayanların hastalıklardan kurtulması olası değil. Sağlıklı yaşamanın birinci kuralı temizlik ve çevreyi korumaktır. Yeşilliği korumaktır.
Gelincik çiçeği: . Ama birileri her tarafı kirletiyor, hatta daha da ileri giderek yerlere tükürüyorlar, çöplerini rasgele yerlere atıyorlar.
Karanfil çiçeği: Haklısın öyle davrananlar o kadar çok ki.
Gelincik çiçeği: Peki bunlara okulda öğretmiyorlar mı? Örneğin yerleri kirletmeyin, çevrenizi temiz tutun, pikniklerde yerleri kirletmeyin, çöplerinizi toplayın, sigara yanıklarını kurumuş otların arasına atmayın demiyorlar mı?”
Karanfil çiçeği: . Diyorlar demesine diyorlar da, ama anlayan kim, insanın kendisinden olmalı. Geçenlerde bana biri söyledi, yeni okula gidenler okuyan gençler çok akıllıymış biliyor musun? Çevre temizliğine çok önem veriyorlarmış. Birisi yerlere bir şey attı mı hemen onu ikaz ederek çöp bidonlarını gösteriyorlarmış ya!..
Gelincik çiçeği: Çok güzel ya!.. Desene artık kirlilikten kurtulacağız.
Karanfil çiçeği: Evet, birkaç yıla kadar her taraf pırıl pırıl olacak göreceksin.”
Gelincik çiçeği: Umarım.


19 Şubat 2015 Perşembe



Salyangozları bilir misiniz? Onlar da tıpkı kaplumbağalar gibi evlerini sırtlarında taşır. Bir zamanlar evini sırtında taşımaktan haşlanmayan sevimli bir salyangoz yaşarmış. Üstelik evinin rengini de hiç beğenmezmiş. Bizim sümüklü böcek kelebek ve uğur böceğini çok severmiş. Arada bir onlarla dertleşir evini şikayet edermiş. “Ah keşke evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım. Hadi taşıyorum bari sizin elbiseleriniz gibi bol desenli ve renkli olsaydı.”

Kelebek ve uğur böceği bir gün sümüklü böceğe “Sevimli arkadaşımız hani evim renkli olsun diyorsun ya biz onun bir çaresini bulduk. Ressam olan bir tırtır var. Seni ona götürürsek evini rengarenk boyar.”

Sümüklü böcek buna çok sevinmiş. “Ne duruyoruz. Hemen gidelim.” Demiş. Böylece düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar. Gelen misafirleri dinleyen tırtıl boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış. Sonunda tırtıl sümüklünün evini çok güzel desenlerle bezemiş. Sümüklü böcek yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olmasına çok üzülüyormuş. 

Dönüş yolunda üç arkadaş şiddetli bir yağmura yakalanmış. Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki sele kapılmaktan son anda kurtulmuşlar. Oysa sümüklü böcek hemencecik evine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş. Sonra da kendi kendine şöyle düşünmüş. “İyi ki saklana ileceğim bir evim var. Rengi olmasa da beni yağmurdan koruyor ya.” Sevimli sümüklü böcek bu olaydan sonra bir daha evini sırtında taşımaktan şikayetçi olmamış.

Evvel zaman içinde bir ormanın kenarında küçük bir köy varmış. Bu köyün erkekleri ormanda odun keser, sonra kestikleri odunları satarak geçimlerini sağlarlarmış. Bu odunculardan birisi köyün en dürüst oduncusu imiş. Hiç yalan söylemez, kendi kazandığından başkasında gözü olmazmış. Bir gün, bu dürüst oduncu odun kesmeye ormana gitmiş. Baltasını bir ağacın dibine bırakıp başlamış kesebileceği bir ağaç aramaya. Gözüne bir ağacı kestirdikten sonra baltasını bıraktığı yere gitmiş. Ancak baltasını bıraktığı yerde bulamamış. Sağa bakmış yok, sola bakmış yok. Çaresiz başlamış ağlamaya. “Ben şimdi ne yaparım ne ederim. Baltam olmadan nasıl odun keser para kazanırım” diyerek gözyaşı dökmüş. Oduncunun halini gören orman cini, oduncunun haline acımış. Hemencecik altından bir baltayı oduncunun yanına göndermiş. Oduncu “Benim baltam altından değildi” diyerek baltayı almamış. Orman cini bu sefer gümüşten bir baltayı oduncunun yanına göndermiş. Oduncu “Benim baltam gümüşten de değildi” diyerek gümüş baltayı da almamış. Orman cini bu kez de oduncunun kendi baltasını göndermiş. Oduncu kendi ağaç saplı demirden baltasını görünce sevinmiş. “İşte benim baltam bu!” diyerek baltasını omzuna atmış. Orman cini oduncunun dürüstlüğü karşısında memnun kalmış. Oduncuya hem altın, hem gümüş baltayı hediye etmiş. Aldığı hediyelere çok sevinen oduncu, neşe içerisinde köyünün yolunu tutmuş. Köyde karşılaştığı odunculara başından geçenleri anlatmış. Altın ve gümüşten baltaları . gören diğer oduncular hemen baltalarını alıp ormana koşmuşlar. Ormanda baltalarını kaybetmiş gibi yapıp ağlamaya başlamışlar. Orman cini de hepsine birer altın balta göndermiş. Oduncular altın baltaları görünce “İşte bizim baltalarımız!” diyerek baltaları sahiplenmişler. Orman cini oduncuların açgözlülüklerine çok kızmış. Oduncuların baltaları eski haline dönüşmüş. Bununla da kalmayıp baltaların sapları çıkmış, . başlamış sahiplerinin kafasına inmeye. Oduncular, kaçıp canlarını zor kurtarmışlar. Bir daha da açgözlülük yapmamaya söz vermişler.




Çok eskiden tarla faresi ile şehir faresi arkadaş olmuş. İkisi birbirlerini çok severmiş. Aralarında güzel bir dostluk kurulmuş. Şehir faresi sık sık tarla faresini ziyaret edermiş. Birlikte kırlarda güle oynaya vakit geçirirlermiş. Diledikleri kadar koşar, zıplar, yuvarlanırlarmış...

Bir gün şehir faresi arkadaşını yemeğe davet etmiş.
-Bu akşam bize gel. Sana güzel bir sofra hazırlayayım. Azıcık miden bayram etsin, demiş.
Bu davete tarla faresi çok sevinmiş. Yiyeceği yemeklerin hayalini kurmaya başlamış. Bütün gece rüyasında peynirler, tatlılar, pastalar görmüş. Bu arada şehir faresinin evinde bir telaş bir telaş... Çeşit çeşit yiyecekler, pastalar hazırlanmış. Bütün gün koşturup durmuş.

Akşam tarla faresi kalkıp gelmiş. Bakmış, masanın üzeri çeşit çeşit yiyeceklerle dolu. Masada hiçbir şey eksik değilmiş. Hemen sofraya oturmuşlar. Ziyafet neşeli başlamış.
Tarla faresi önce pastadan bir lokma alacakmış. Tam çatalını uzatmış, dışarıdan sesler gelmiş.

Şehir faresi hemen deliğine kaçmış. Ardından da tarla faresi kendini zor atmış deliğe.
Korkudan kalpleri küt küt atıyormuş.
Tarla faresi sormuş:
-Evin kedisi olabilir mi?
Şehir faresi cevap vermiş:
-Sanırım onun gürültüsüydü.

Yeniden sofraya oturmuşlar. Ama artık neşeleri kaçmış, tedirgin olmuşlar.
Tarla faresi bu kez çatalını böreğe uzatmış. Tam lokmayı ağzına atacakmış, yine sesler işitmişler.Apar topar ikisi de kendilerini deliğe atmış. Yüzleri korkudan sapsarı olmuş.
Korkudan tir tir titriyorlarmış.

Tarla faresi sormuş:
-Evin hanımı olabilir mi?
Şehir faresi cevaplamış:
-Belki odur bilemem.
Sesler kesilince delikten çıkmışlar.
Şehir faresi:
-Kusura bakma. Bazen böyle şeyler oluyor. Haydi yemeğimize devam edelim, demiş.
Tarla faresi:
-Bu kadar yeter! Korku içinde yemek istemem, demiş. Yarın sen bana gel. Kuru ekmek yeriz belki ama kimse de bizi korkutamaz.


Bir ormanda yaşayan birkaç küçük hayvanınHuzurları kaçmıştı korkusundan aslanın.Birden pusudan çıkar, birisini kapardı;Bu yüzden hepsinin de ondan ödü kopardı.Bir çâre düşündüler ve ona dediler ki :`Biz seni doyururuz, sen kabul et yeter ki;Her gün birimiz gelir oluruz sana kurban,Yeter ki sen avlama bizi çıkıp pusudan.Bu korkuyla yaşamak bize çok zor geliyor,Kovuklara sinmekten yağlarımız eriyor.`Aslan kabul edince anlaşmaya varıldı,Topluluk yavaş yavaş evlerine dağıldı.Her gün sabah toplanıp kur`a çekiliyordu,kur`ada ismi çıkan aslana gidiyordu.Sonunda bir gün sıra küçük tavşana geldi,Ama zulme isyanı tavşancık görev bildi.`Böyle devam edemez bu iş !` diye bağırdı.Ama böyle cesaret çoğu için ağırdı.`Şaşırdın mı ? ` dediler, `hep beraber söz verdik;Hem de bunca zamandır sözümüzde direndik.Hadi isyancı tavşan, bizi yalancı etme,Hadi, çabuk yürü de padişahı incitme.``Dostlarım` dedi tavşan, `kızmayın, izin verin bir oyun yapacağım, izi kalacak derin.`Dediler : `Kendine gel, böyle köpürüp taşma, sen bir küçük tavşansın, dev aslana sataşma;Gurura mı kapıldın, haddini aşıyorsun, sen hepimiz için de tehlike taşıyorsun !``Tersine !` dedi tavşan, `barışı bulacağız, o zalimin elinden hepten kurtulacağız.`Sonunda küçük tavşan dönüp koyuldu yola, arkasından baktılar gözleri dola dola.Biraz yolu uzattı, eğlendi sağda solda, epeyce gecikerek gitti vardı huzura.Aslan çok sinirlenmiş, kükreyip duruyordu, yerleri tırmalıyor, burnundan soluyordu.Nihayet görününce uzaktan bizim tavşan `Nerde kaldın ey soysuz !` diye bağırdı . aslan.`Bilmezmisin her canlı benden çekinir, korkar; gücümün karşısında eğilir tüm hayvanlar ?`Nice koca öküzü hakladım bir vuruşta; Bunun için karşımda herkes esas duruşta.Sen kim oluyorsun da böyle geç kalıyorsun, benim yüce emrimi hafife alıyorsun ?`Tavşan boynunu büküp dedi : `Aman efendim, Müsaade buyurun, hâlimi arzedeyim :Tam vaktinde çıkmıştık arkadaşımla yola, Geliyorduk beraber bu çok yüce huzura;Ben küçüğüm diyerek orman arkadaşlarım bizi çift gönderdiler size ey Padişahım.Ama yolda bir aslan birden saldırdı bize, çok iri ve güçlüydü, getirdi bizi dize.Dedim ki : `Bizi bırak, biz Padişah kuluyuz, yüce kapıya giden iki garip yolcuyuz.`Dedi ki : `O da kimmiş ? burda Padişah benim, dünyada benden güçlü başka aslan görmedim.Kendine güvenirse gelsin, çıksın karşıma, kim büyük ve güçlüymüş, göstereyim ben ona.`Dedim `Bana izin ver, Sultanıma gideyim, senin dediklerini ona haber vereyim.``Çabuk hemen git ve dön, yoldaşın kalsın rehin; kralına da söyle, gözüme görünmesin.``Dedi o aslan bana` deyince minik tavşan Öfkeden kudurmuştu bizim o koca aslan.`Kim acaba bu sersem, gidip onu bulayım, o kendini bilmeze kendimi tanıtayım;Hadi şimdi çabucak öne geç de yol göster !` dedi aslan ve yola koyuldular beraber,Nihayet kenarına geldiler bir kuyunun. Yâni son perdesine gelinmişti oyunun.Tavşan dedi : `O aslan yaşıyor bu kuyuda, böylece el altında içeceği suyu da.`Eğilerek baktılar beraberce kenardan : Dipte bir aslan vardı, bir de yanında tavşan.Bu kendinin sudaki yansımasıydı ama, gerçek gibi göründü bizim koca aslana.Kocaman kükremesi kuyuda yankılandı, böylece gördüğüne bir kat daha inandı.Cesaretle atladı üzerine düşmanın son hamlesi oldu bu, o zavallı aslanın.Kuyu oldukça derin, taşları da pek sertti; bu çok cesur atlayış onu canından etti.Güçlü olmak iyidir, ama zorbalık kötü. İyi dinle ve öğren; Oğuzhan bu öğüdü:Akıllı ve güçlü ol, ama haksızlık etme gücünü ve aklını kötülükte tüketme.Zalime boyun eğme, bu onu güçlendirir; Her zaman hakkı gözet, etrafını sevindir.`Kim ki olur dünyada zulüm ederek âbâd, elbette akıbeti olacaktır çok berbat.`




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız, elbebek gülbebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş. Bunun için adına Tembel Kız denilmiş. Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş. Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş. Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş. Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş. . Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış. Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Dilenci eve gelmiş. Tembel Kıza, hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş. Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş. Dilenci mutfağa girmiş. Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş, tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları... Gelmiş, Tembel Kız`ın yanına. Bak hanımcığım demiş, ekmeği aldım Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim. Türküyü şöyle söylemiş; Senin gaga benim torba içinde, Benim çarık senin çorba içinde, Sen yat kaba yatak yorgan içinde, Ben yiyecem gagayı orman içinde. Dilenci türküyü böyle söylemiş, çekip gitmiş. Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş. Karısı olan biteni anlatmış, bak bana bir de türkü söyledi, sana deyiverem demiş, türküyü söylemiş. O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.


Bir varmış,bir yokmuş.Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış.Sütçü,çıkarını iyi bilen,çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış.Sabahları gün ağarmadan uyanır,gider eşeğini uyandırır,neşeli türkülerle onu hazırlarmış : 
Güneş şimdi doğmadan 
Dostum benim,gel uyan! 
Kazanır daima çalışan 
Dostum benim,gel uyan! 
Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar,ona şeker verir,sağrısını sıvazlarmış.Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?...İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış.Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış.Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş.O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye : 
Sabah erken kalkmalı 
İşimize bakmalı 
Öğlen vakti olmadan 
Şu sütleri satmalı 
Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik,sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş.İki çalışkan arkadaş,horozlar kukkuriku diye bağırmadan,bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar,evlere süt dağıtırlarmış. 
“Süüüt!...Sütçüüü!” 
Eşek de sahibinden geri kalır mı?Başlarmış bağırmaya : 
“Ai...Aaaaiii!” 
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik.Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş.Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş,bir sevinirmiş ki,anlatamam.Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,sahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş.Boğaz tokluğuna çalışmaktan,sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık. 
“Süüüt.Sütçüüü! Haydi,sütçünüz geldi!” 
Derken,çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü.Zengin olmuş.Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış.Eşek bu duruma üzülmüş.Üzülmüş ama elden ne gelir?Katlanmış çaresiz.Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür,eski günlerini içinden acı acı anarmış. 
“Hey gidi günler hey,ne mutluyduk o günlerde!Cepte ağırlığımızca paramız,altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı.Gülen yüzümüz vardı.Türkülerimiz vardı.Yarınları bekleyişimiz vardı.Canım,her şeyimiz vardı işte! 
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar,ne de hal hatır sorar olmuş. 
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş.Öyle ki,gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış.İnsan,o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını,dert ortağını,türkü arkadaşını unutur mu?Bir türlü kabullenemiyormuş bunu... 
Derken,sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın.O kadar zayıflamış yani.Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş.Dünya hali bu. Hastalık,düşkünlük olmaz mı? 
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş.Eşek kırılıp döküldükçe,acıma dilendikçe basarmış tekmeyi,sen misin tembellik eden diye.Üstelik ağır sözler söylermiş : 
“Seni ucuz hayvan seni!Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek.Geber de kurtulalım bari!” 
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?.. 
İki gözü iki çeşme,öksürüp aksırarak,derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan. 
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş. 
“Aman efendim,ne uyuz hayvan bu?Üstelik her gün hasta.Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine.Bana kalırsa,çalışmayana ekmek olmamalı.Satalım, başımızdan atalım,gitsin!” 
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi,eskisi kadar düşünceli,iyi huylu değilmiş.Üstelik bir sinirliymiş,bir sinirliymiş ki,ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri : 
“Ne deme?”demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak,ha?Olmaz öyle şey!İşine gelmiyorsa,defolsun!Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!” 
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok,vallahi kalmam burda!Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.”demiş kendi kendine,üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış... 
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet.Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun,yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış.Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama,yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını,halsizliğini unutup seslenmiş : 
“Çiftçi baba,çiftçi baba,istersen torbanı yükle sırtıma.Kaldıracak halin yok belli.Sana yardım edebilirim belki.” 
Çiftçi o kadar sevinmiş ki,hayvanın boynuna sarılmış,torbayı sırtına atmış. 
“Eşek kardeş,belli,seni Tanrı gönderdi...Sağolasın!Ama sen de ne kadar zayıfsın.Üstelik soluyorsun.Titriyorsun.Besbelli, hastasın.Ama yine de ben,senden daha hasta ve dermansızım.” 
İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler:ihtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş : 
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen.Belki gideceğin yol uzundur.” 
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış : 
“Gideceğim yer yok ki!” 
“Ya evin barkın?” 
“Yok...Yok!” 
“Eşin,dostun?” 
“Yok dedim ya!” 
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya.Sözlerini bitirirken, 
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.” 
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık : 
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı.N'aparsın,dünyanın hali bu!.Sen de fazla duygulusun.Belli.Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi?Gel, burada kal.Yemeğime ortak ol.Kıt kanaat geçinir gideriz.Üstelik,biz arkadaş değerini biliriz.” 
Pek sevinmiş eşekçik.Yüreğine su serpilmiş.Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar.Günler ayları,aylar yılları kovalamış. 
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği,yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış.İhtiyar : 
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe. 
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş.Sormuş soruşturmuş.Eski sahibine kimsenin bakmadığını,pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş. 
“Ne de olsa eski dost,varayım helâllaşayım.Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş. 
Yola düşmüş. 
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini.Gitmiş,öpmüş ellerini. 
Sahibi önce tanıyamamış.Ama,dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış : 
“Gel,benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla.Anladım ki arkadaşlık, 
dostluk parayla ölçülmemeli.Doğrusu,sen eşekliğinle iyi ders verdin bana.Yalvarırım,sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş. 
İnce duygulu eşek,sahibinin başında uzun süre ağlamış.Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş. 
İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki : 
“Sevgili dostum,hoş geldin!..Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor.Başkası olsaydı gitmezdi.Oysa,sen başkalarından çok değişiksin.Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel!Artık bu güzel huyunu öğrendim ya,malım mülküm,varım yoğum senindir.Var,bildiğin gibi yaşa.Şunu unutma sakın;senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”